Cuma, Temmuz 28, 2006

BİN HAYSİYETİM OLSA....

Cemiyet hayatının getirdiği zorlukları hepimiz yaşıyoruz. Stresle dolu olduğumuz, bunaldığımız zaman dilimleri artık çok fazla. Böyle durumlarda arkadaşlarımızı, yakınlarımızı, aile fertlerimizi ya da çalışanlarımızı incitiyor hatta bazen telafisi imkansız görünen yaraların açılmasına sebep oluyoruz. Ve aynı hallere biz de maruz kalıyoruz. Böyle bir durumda beklenti her iki tarafın da anlayışlı olması ve bunu problem haline getirmemesidir. Fakat herkes tarafından kabul edileceği gibi bu çok zor ve hatta imkansız gibidir.
Zaman zaman yaptığımız sohbetlerde söz dönüp dolaşıp kırmalara, kırılmalara, gücenmelere geliyor. Kime dokunsanız bir “ah” ile mukabele ediyor. Hatta bazıları yaralarının derinliğinden, yaşadıklarına af ile mukabelenin imkansızlığından dem vuruyorlar. “Cemiyet hayatına kasteden dine, millete ve vatana yapılan ihanet hariç affedilmeyecek suç yoktur.” deyince yoğun bir itirazla karşılaşıyoruz.
Bu arkadaşlarımıza ilk hatırlattığımız şey Efendimiz’in emri oluyor. “Yani bir mü’min üç günden fazla kat-ı mükaleme etmeyecek.” Bu emr-i Peygamberi acaba insanlardan muhali mi istiyor? Elbette değil. Efendimiz insan peygamber olarak cemiyetin içinde yaşamış emrettiği her mevzuyu yaşayarak talim etmiştir. Peki biz nasıl af insanı olacağız? Öncelikle biz hata ettiğimizde nasıl af bekliyorsak başkalarının da aynı ruh haleti içinde beklediğini bileceğiz. Kendimiz için istediğimiz ve kavuşunca mutlu olduğumuz bu hali neden Allah’ın kullarından kıskanıyoruz. Dolayısıyla affa nail olmak isteyen önce affetmeli.
Bir şeyi gözümüzde büyüttüğümüzde büyür eğer ehemmiyet vermezsek küçülür. O zaman şahsımıza karşı işlenen suçları öncelikle gözümüzde küçültmemiz lazım. Şöyle bir deneme yapabiliriz. Suçu temsilen A4 boyutunda bir kağıt al. Eğer kağıdı gözünün önünde tutarsan başka hiç bir şeyi göremezsin. Eğer kolunun yettiği kadar uzaklaştırırsan küçülecek az da olsa etrafı görebileceksin. Ama bu yeterli değildir çünkü hala gözünün önündedir ve büyüklüğü dikkatini çekmeye devam ediyordur. Şimdi muhasebeye başlıyoruz:
a- Elhamdulillah müminiz. Kadere inanıyoruz. Madem her şeyde kaderin payı vardır. Onu düşelim. En büyük pay kaderin olduğuna göre kağıdı ikiye katlayabiliriz. Suç yarı yarıya azaldı. Ama bu küçülmüş kağıdı gözünün tam önüne getir hala görüşünü engelleyecektir.
b- Senin canını sıkan, strese sokan, bunaltan yüzlerce hadise yaşadığını ve bu durumlarda kendini kontrolde zorlandığını hatırla. Demek ki sana karşı bu suçu işleyen insan için de aynı şartlar geçerlidir. Dolayısıyla eşya ve hadiselerin de payını düşmek lazım. Buyur kağıdı bir daha ikiye katlıyoruz. Bu kağıt hala gözünün önünde duruyorsa yine görüşünü engelleyecektir. Madem uzaklaştırmak zor oluyor devam edelim o zaman.
c- Şeytan gibi bir düşmanımız var. Nefsi de yanına alıyor mel’un ve sürekli bizi hataya sevketmek için uğraşıyor. Seninle uğraştığı zamanları bir hatırla. Zaman zaman teslim olmaya ramak kala kurtarıyorsun kendini. Herkes senin kadar talihli olmayabilir. O zaman bu işte şeytanın ve hazır askeri nefsin de payı var . Onları da bir düş. Gitsin onların başını yesin. Şeytan da kudursun. Enteresen değil mi? Kağıt iyice küçüldü. Ama hala gözüne batıyor. Uzaklaştıramadık gitti. Buyur son hamleye.
d- Be mübarek sen sütten çıkmış ak kaşık mısın? Ne haltlar karıştırdın, ne kadar sürçtün , düştün hesabını bir yap bakalım. O zaman sen kendi nefsinin payını düşmek için ne bekliyorsun?

Gördün mü artık neredeyse kağıdın katlanacak yeri kalmadı. O kadar küçüldü ki bir fiskeyle çöpe atmak işten bile değil artık. Şimdi kıyasla; bütün görüşünü kaplayan ve kendinden başka bir şey göstermeyen o suçtan geriye kalan miktar ehemmiyet verilecek ve dargınlığı devam ettirecek bir halde mi? Eğer hala gözümü tırmalıyor diyorsan “el insaf.” O suçu tekrar büyütmek istersen gözüne sokmak gerekecek. Hem gözüne zarar hem de mümince davranmanın özüne. At artık. Hah tamam. Eline sağlık. Allah kabul etsin. Dikkat edersen ne kadar mutlu etti seni.
Evet arkadaşlar tecrübeyle sabittir: Affetmek affa nail olmaktan daha çok mutlu ediyor insanı.
Söz zamanın Bediisi’nin :
“Kardeşlerimden rica ederim ki: Sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve ‘haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim.”

28 Temmuz 2006

Çarşamba, Temmuz 26, 2006

YAZ(ama)MAK ÜZERİNE...

En büyük korkularımızdan bir tanesi yazmak. Hem çok istediğimiz hem de en çok kaçındığımız. Ve korkumuzda yalnız değiliz. Kime sorsanız türlü mazeretlerle neden yazmadığının savunmasını yapacaktır. Oysa dile getiremediği gerçek, korktuğudur. Beğenilmeme korkusu. Zordur bunu itiraf.
Kendimi değerlendirdiğimde ve çevremi dinlediğimde iki hususun engel olarak karşımıza çıktığı görülüyor: Birincisi “ya yazdığım beğenilmezse” korkusu . Diğeri ise “bir gün öyle bir yazı yazacağım ki yer yerinden oynayacak” beklentisi. İkisi de yanlış ve aşılması kolay meseleler.
Yazma öğrenilen bir davranıştır. Elbette Allah vergisi yazma kabiliyetiyle doğan insanlar vardır. Ama yazarların kahir ekseriyeti yazmayı sonradan öğrenmişler ve temrinlerle geliştirmişlerdir. Yani yazdığınızdan utanmanıza insanlar beğenmeyecekler diye korkuya düşmenize gerek yok. Bir el sanatını öğrenen kişi gibi yazmayı sürekli hale getireceksiniz. Nasıl ki Efendimiz “az ama devamlı ibadeti” tavsiye etmiştir. Yazıya başlayacak olanın da bu tavsiye üzerine az ama devamlı yazması ona yazma kabiliyeti kazandıracak ve başkalarını imrendirecek bir gelişme gösterecektir. Bazıları yazmaya nasıl başladıklarını anlatırlar kitaplarında. Onları okumak yol gösterici ve cesaretlendirici olabilir. İlk başlayanlara tavsiyem: Çok çok çekiniyorsanız ilk yazdıklarınızı kendinize saklayın. Biraz güven geldiğinde tavsiyesine değer verdiğiniz insanlardan yardım isteyin. Ve asla hemen beğenilsin beklentisine girmeyin. “Ummaki gücenmeyesin.” Bugün yere göğe sığdıramadığınız bir çok yazarın ilk yazılarının sizinkilerden daha iyi olduğunu kimse iddia edemez. Onlar azimle çalışmaya devam etmenin meyvelerini yiyorlar.
Yazılan bir yazı ile taşları yerinden oynatmak gibi bir ham hayal de yazmaktan alıkoyar. Hiç kimsenin ilk yazısı böyle bir bahtiyarlık yaşatmamıştır. Bu hissiyata sahip olan kişiler ya nefislerinin esiri olmuş megaloman tiplerdir (ki yücelttikleri enaniyetleridir.) ya da yazmamaya mazeret üretmek için böyle bir bahanenin arkasına sığınanlardır. Ve asla herşeyi tersine çevirecek yazıyı yazacakları o bir gün gelmez. Bu sinek sıklet birinin hiçbir antrenman yapmadan Muhammed Ali Clay ile maça çıkması gibi bir şeydir. İlk yumrukta yere serileceği muhakkaktır.
Yazmak için uygun zaman ve zemini beklemek de hatadır. Hayat bizim arzumuzun dışında kendi seyrinde akıp gidiyor. Hiç bir zaman bizim beklediğmiz zaman ve zemin olmayabilir. Bulduğumuz her fırsatta bir iki satır da olsa bir şeyler karalamak lazım. Şiir için söylenen “eğer maksut eserse bir mısra-ı berceste kafidir.” sözü yazı için de geçerlidir. Bazen bir satırla sayfalar dolusu duygu düşünce aktarılabilir.
Gönül ilhamullahın tecelligahıdır. Gönle gelenleri yazmayıp yok olup gitmesine sebep olmak bir kadir bilmezlik olmaz mı? Ya o ilham ihtiyacı olan birisine senin vesilenle ulaştırılmak istenmişse? Yani yazmamak insana mesuliyet de yüklüyor.
Dili güzel kullanmak okumakla mümkün. Kelime hazinemizin zenginliği hem kolay yazmamızı hem de derdimizi daha kolay anlatmamızı sağlar. Ama her cümlemizin hayranlık uyandıracak kadar güzel olmasını beklemek muhali taleptir. Sade ama düzgün cümle daha çok takdir edilecekir. Sürekli yazmak eksiklerimizi görmemize yarar. İnsanı en iyi yine kendisi düzeltir. Tevbe bunun için var.

Dolayısıyla yazmak için:
a- Korkularımızın ve beklentilerimizin esiri olmayalım. Hiç hürriyeti tatmama ihtimali var.
b- Uygun zaman ve zemini beklemeyelim. Hiç gelmeyebilir.
c- Bize bahşedilen ilhamları bad-ı heva zayi etmek kadirnaşinaslıktır. Kendine yakıştıran buyursun.
d- Hiç kimse ilk yazısı ile zirveye çıkmamıştır. Gayretsiz olmuyor.
e- Çok okumak lazım. Bazen bir satır kitaplar dolusu ilhamları gönle akıtabilir.
f- Az ama her gün yazmaya gayret etmeli. Gelişmeler çok şaşırtıcı olacaktır.
g- Geride bırakılan her eser hizmet etmeye matuf ise karz-ı hasen olacak ve amel defterinin kıyamete kadar açık kalmasına vesile olacaktır.
h- En kolay yazılanı hatıralardır. Neden kendinizi anlatarak başlamıyorsunuz ?

HEMEN ŞİMDİ !...

Cumartesi, Temmuz 08, 2006

ŞEHİRLE KONUŞMAK

Şehir insana ne ifade eder? Nasıl bir ilişki yürür aralarında? Birbirlerini dinlerler mi acaba? Ya şehir konuşunca ne anlatır? Sahi konuşur mu şehir?

Ben bütünüyle konuşan bir şehire şahit olmadım hiç. Şehri de bütün olarak algılamak, bütün olarak muhatap olmak ne kadar doğrudur zaten? Çünkü eğer konuşuyorsa ya da sizi alıp bağrına bir yerlere götürüyorsa şehrin bütünü değildir bu. Bi köşe başındaki çeşmedir, bir kapının üzerindeki yazı, belki hane numarası ya da üzerine yaslandığı asırlık duvarın taşlarıdır. Bir parçasıdır yani şehrin ama asla bütünü değildir. Çünkü yaşananlar bir zaman dilimiyle beraber orada yaşanmıştır; etrafını adımlarınızla ya da kulaçlarınızla ölçebileceğiniz o mekanda. Şahit olan oradaki duvar, oradaki taş, oradaki pencere ve o pencereden uzanan ya da cumbadan bakan oradaki gözdür. Ordaki gölgede dinlenmiştir size hikayesi anlatılan kahraman; kapının üzerindeki nakşı resmederken oradaki çeşmeden doldurulan buz gibi su ile serinlemiştir. O orada yaşanmalı, hikayesi orada dinlenmeli ve tesiri orada beklenmelidir. O yüzden şehri gezerken bütün sokakları arşınlanmalı boydan boya ve illa yaya olmalı şehirle hemhal oluş.

Yalnız uyanık olmalı. Pür dikkat gezmeli sokakların hikayesini isteyen kişi. Sabırlı ve olgun olmalı. Sonra kadirşinas olmalı. Hiç bir şeyi küçük ve önemsiz görmemeli. Çünkü ne küçük şeylerin ne büyük hikayeleri vardır. Koskoca aşklar bir küçük atf-ı nazarla başlamaz mı? Ve dağları deldiren o atf-ı nazardan başka nedir?

Ve meraklı olmalı. Soru sormayı bilmeli. Cevap almayı da. Aldığı cevabı sarıp sarmalayıp hafıza yurduna misafir etmeyi. Ve bir gün dertleşirken onunla mahcup olmamak için hikayesini iyi bellemeli. Ya hu aşık olmak nedir bilir misiniz? İnsan şehre aşık olmalı. Ki açsın koynunu bütün sıcaklığı, bütün şuhluğu ve bütün açıklığıyla. Eğer inandıramazsanız aşık olduğunuza ne kadar sırıl sıklam olup terlese, ne kadar can atsa da sıyırmayacaktır peçesini. Haydi kolay gele...