Salı, Ağustos 01, 2006

1+1+1 = 1

Kolombiya`nın yetiştirdiği en büyük yazarlardan Gabriel Garcia Marquez “Aşk ve Öteki Cinler” adlı eserinde bir piskoposu şöyle konuşturur: “İsa’nın kanunlarını kabul ettirmek için okyanuslar aştık. Yortularda ve törenlerde buna muvaffak olduk , gönüllerde değil.” Bu itirafın yapıldığı zaman dilimi 19. yüzyılın sonlarıdır.

1492 yılında İspanya Kraliçesi ve Papalığın desteğiyle yola çıkarak Amerika kıtasını keşfeden İspanyollar, buraya sadece kan, barut, karışıklık ve bulaşıcı hastalık değil milyonlarca insanı öldürme pahasına yeni bir inanç sistemi de getirdiler. Engizisyonun çocukları Endülüs’te müslüman ve yahudilere reva gördüklerini yeterli bulamamış olacaklar ki hırslarını Amerika yerlileri üzerinde söndürmeyi denediler. Bugün Latin Amerika en büyük katolik nüfusa sahip.

Bir kaç gün önce El Tiempo Gazetesi’nde “Kilise Latin Amerikada Kontrol Gücünü Kaybetti.” başlıklı bir haber okuyunca aklıma yazıya serlevha yaptığım sözler geldi. Yazıda şikayet edilen konular bildik şeylerdi: “Kiliseye devamsızlık, papazların yaşadıkları lüks hayat, her gün birisi patlak veren cinsel sapıklıklar...” Ve devamla artık dinin insanların hayatında sadece bir aksesuar olduğundan dem vuruluyordu. En çarpıcı tesbitleri bu yazıyı göstererek yorumlarını istediğim Kolombiyalı’lar yaptı: “ Kilise’nin inanç doktrini bizim tatmin etmiyor. Ne zaman imanla ilgili soru sorsak “Bunlar çok derin meseleler bize lazım olan mantık yürütmek değil iman etmektir. Tanrı katında ancak böyle bir imanın değeri vardır” diyorlar. Hiç bir sorumuza tatmin edici cevap alamıyoruz. Ya her şeyi terkedip dinsiz olacağız ya da şüphelerimizin eksik olmadığı sorularımızın cevap bulamadığı bir dini yaşayacağız. Biz şimdi ikisinin arasındayız.”

Cevap verilemeyen en çetrefilli soru “teslis meselesi”. Müslüman olduğumuzu öğrenenler hemen neye inandığımızı soruyorlar. Tek Allah’a deyince şaşkınlıkları yüzlerinden okunuyor. Bunu hiç tereddütsüz söylememize şaşırıyorlar. Burada kilisenin aykırı hiç bir sese tahammül edemediğinin ve dayattığı inanç sisteminin üzerinde düşünülmesine izin vermediğini ayan beyan görüyoruz. Tek Allah inancını anlatınca başlayan itiraflar:

“Ben kilisenin dediklerine inanmıyorum. O yüzden terkettim. Sorarlarsa –evet katoliğim- diyorum ama bu inancı içimde hiç bir zaman yaşayamadım. Ben Tanrı’ya doğrudan dua ediyorum. Beni duyduğunu ve dualarıma cevap verdiğini görüyorum.”

“ Kiliseyi ahlaksızlığı teşvik ettiği için bıraktım. Her ne yaparsan yap gel kiliseye bağışta bulun ve bütün günahların affolsun. Çıkar çıkmaz yine günah işlemeye koş. Bunu asla kabullenemedim. Tanrı’nın bunu hoş görmeyeceğini çünkü vicdanımda bunu bana hissettirdiğini gördüm. Şimdi sadece O’nunla irtibat halindeyim.”

Bunları sayfalarca yazmak mümkün. En büyük handikaplarının ‘teslisi’ bir türlü anlayamamak olduğunu söylüyorlar. Kilise de bu meseleyi izah etmek yerine basit cevaplarla geçiştiriyor. Anahtar kelime “İman”. Buna iman edeceksizin ve soru sormayacaksınız. Düşünen insanlar için bu soru sormamak en büyük ızdıraptır. Peki sorunca cevap alamamak ?

Katolik dünyasının yaşadıklarını Ortodoks dünyası da yaşıyor. Yıllar öncesinden bir hatıra soruların ve cevapsız bırakılışın aynı olduğunu gösteriyor:

Mişa (Mikhail) adında zekasını, anlayışını ve analiz kabiliyetini çok takdir ettiğim bir öğrencim vardı. Hem Türkçe’ye çok kısa zamanda vakıf olmuş hem de ilgisini diri tutmak için bütün tatillerini Türkiye’de geçirir olmuştu. Bir Ramazan günü onunla müslümanlar için Ramazan’ın önemi hakkında uzun uzun sohbet ettikten sonra boynundaki haç kolyeyi gördüm. Altın rengindeydi ve belki de altındı. İşaret ederek ilk gördüğümden dem vurarak hayırlı olsun dedim. Yüzünü buruşturdu. “İnanmıyorum ben.” dedi. “Annem ısrar ettiği için takıyorum.” Neden inanmadığını soruyorum. Şöyle izah ediyor:

“Bize üç tanrı olduğunu kabul etmemizi telkin ediyorlar. Üç tane tanrı olur mu? diye itiraz ettiğimizde ise aslında hepsinin bir olduğunu izah etmeye çalışıyorlar. Üç tanrı toplanınca bir oluyor. Bu o kadar mantıksız ki aklım bir türlü almıyor. İlkokuldan beri matematik öğreniyoruz. 1+1+1=1. Hayatımda böyle bir matematik formülü görmedim. Mantıksızlığını dile getirdiğimde bana bu problemin imanla aşılacağını söylüyorlar. Aklım yatmasa, mantığım kabul etmese bile inanmalıymışım ki imanın büyüklüğü burada ortaya çıkarmış. Bir gün belki ikna olacağım ama o zaman aklımdan ve mantığımdan istifa etmem gerekecek. O günün gelmesini asla dilemiyorum.”

Onun bana söyledikleri aslında bir çok Rus’un kafasında olan ama dile getiremedikleri. Ben Mişa’ya Tanrı hakkında ne düşündüğünü soruyorum. Nasıl bir Tanrıyı kabul edeceğini soruyorum. Verdiği cevap size de çok ilginç gelecek:

“Tanrı çok kudretli olmalı. Her şeye gücü yetmeli. Ondan herşeyi isteyebilmeliyim. Onda insana ait eksiklikler olmamalı. Affetmek için aracıya ihtiyacı olmamalı. Her zaman yanımızda hissedeceğimiz bizi asla bırakmayan olmalı. Başkasının günahı için bizi cezalandırmamalı. Yani Tanrı her şeyiyle Tanrı olmalı.”

Yüzümdeki gülümsemeye bakarak benim Tanrı inancımı sorduğunda aynı fikirde olduğumu söyleyip ona İhlas Suresi’nden bahsediyorum. Tanrı hakkında dediği her şeyin bu surede çok özlü olarak anlatıldığını söyleyince yakından ilgileniyor. Yanımda olmadığı için maalesef bir meal hediye edemiyorum. Mişa daha sonra okuduğu İhlas Suresi’nden nasıl etkilendiğini bana anlatıyor. “Ama daha önümde açılacak binlerce kapı var.” diyor. “Her gün birini çalıyorum.” “İnşaallah ömrün yeter.” diye mukabele ediyorum. “Şeytanın sana kapıları kapalı gösterdiği gerçeğini unutma. Hem bazı kapılar içeriden açılır. Bence açık bulduğun ilk kapıdan gir içeri.” Gözümün içine bakıp gülümsüyor. O sene mezun olan bu öğrencimin akıbetinden haberdar olamadım. Ama arayışının onu sahil-i selamete ulaştırması için hala dua ediyorum.

Hiç yorum yok: